TÜRK SİNEMA (YEŞİL ÇAM) TARİHİ
Türkiye’de ilk film gösterimi, Bertrand adlı bir Fransızın II.Abdülhamit
zamanında, 1896’da, Saray’da yaptığı gösterimler ile başlamıştır. Daha
sonraları Fransız firması Pathe’nin temsilcisi Romanya uyruklu Sigmund Weinberg’in yardımlarıyla
Beyoğlu yakınlarında halka film gösterilmiştir. Bu filmler genellikle kısa metrajlı belge ve
güldürü filmleriydiler. Weinberg, halkın sinemaya gösterdiği ilgiden dolayı, 1908’de, Türkiye’deki
ilk sinema olan Pathe Sineması’nı yaptırmıştır.
İlk Türk sinema
gösterimi Cevat Boyer ile Murat Bey’in Şehzadebaşı’ nda 19 Mart 1908 de başlattığı
gösterimdir.
Daha sonraları Şakir Seden ile Fuat Uzkinay, Türk sinemasının açılışını
6 Temmuz 1910’da gerçekleştirirler.
Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olan Fuat Uzkinay,
14 Kasım 1914'te Türk sinema tarihinin ilk belgesel filmini çeker. “ Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı”
adı verilen belgesel film 150 metre uzunluğunda ve İTÜ arşivindedir. Daha sonra, Ordu Sinema Dairesi Başkanlığı'na
getirilen Fuat Uzkinay, konulu Türk film çekimlerini de 1918’den sonra yürütmüştür.
İstiklal Harbi yıllarında
birkaç senaryolu film yapılmışsa da Türk sineması Muhsin Ertuğrul ve Kemal Film ile firmalaşır.
Ateşten
Gömlek
Leblebici Horhor
Kız Kulesinde Bir Facia
Sözde Kızlar
Ankara Postası
Karım Beni
Aldatırsa
Fena Yol
Aysel Bataklı Damın Kızı
Faruk Kenç ile bilimsel bir tarz geliştiren
Türk sineması “Yılmaz Ali ve Dertli Pınar”filmleri ile yeni bir aşama kaydeder.
Baha Gelenbevi’nin “Deniz Kızı ” adlı filmi ile Şadan Kamil’in filmleri, Türk
Tiyatrosunu sinema ile birleştirir.
1934’ten sonra Vedat Örfi Bengü'nün Mısır'a giderek bu ülke sinemasının
ilk örneklerini vermesi, bizde de melodramın yerleşmesinde etkili olmuştur. Türk sinema izleyicisinin beğenisi
melodrama dönük olduğundan, yönetmenler de hızla Mısır filmlerinin uyarlamalarını çekmeye başlamışlardır.
Muhsin Ertuğrul'un yönettiği "Allah'ın Cenneti" adlı filmi türünün en iyi aşk melodramıdır
ve sonraki yıllarda bol bol karşılaşacağımız şarkıcı melodramlarının
ilk örneğini oluşturur.
1950'li yıllardan sonra, Türk sinemasında "Tiyatrocular
Dönemi" nden kademe kademe "Sinemacılar Dönemi" ne geçiş yaşanmıştır. Bu yıllarda sinemaya
toplumsal konuların yanında ağırlıklı olarak melodramlar yer alır.
1960'lı yıllarda sinemaya, melodram formuna bağlı, çocuk kahramanların rol aldığı
"Sezercik", "Ömercik", "Ayşecik" filmleri eklenmiştir.
Arabesk tarzın temellerinin atıldığı
fakirlik, sakatlık, karşılıksız aşklar, kader kurbanları vb. dramatik Türk ekolünü yaratmış
ve senaryolar aynı üslup ve konuları yıllarca işlemişlerdir.
Kısa zamanda
ticari kaygılar sinemasal öğelerin önünü kesmiş, aynı tür filmlerde aynı oyuncular kamera karşısına
geçmiştir. Hatta aynı senaryolar, dönemin gözde oyuncularıyla defalarca yinelenmiştir.
TÜRK SİNEMASINDA
MELODRAMLARDAN SEÇMELER
FARUK KENÇ
Dertli Pınar - 1943
Hayatımı Mahveden Kadın - 1955
Kaybolan
Gençlik - 1955
ÖMER LÜTFİ AKAD
Vurun Kahpeye - 1949
Öldüren Şehir - 1954
Kardeş Kurşunu -
1955
Beyaz Mendil - 1955
Meçhul Kadın - 1955
Kalbimin Şarkısı - 1955
Meyhanecinin Kızı
- 1958
Yalnızlar Rıhtımı - 1959
Vesikalı Yârim - 1968
Kader Böyle İstedi - 1968
Seninle
Ölmek İstiyorum - 1969
Rüya Gibi - 1971
Bir Teselli Ver - 1971
Mahşere Kadar - 1971
Vahşi Çiçek
- 1971
Esir Hayat - 1974
MUHSİN ERTUĞRUL
İstanbul'da Bir Facia-i Aşk - 1922
İstanbul
Sokaklarında - 1931
Aysel Bataklı Damın Kızı - 1934
Allah'ın Cenneti - 1939
Şehvet
Kurbanı - 1940
Kahveci Güzeli - 1941
Halıcı Kız - 1953
MUHARREM GÜRSES
Zeynep'in Gözyaşları
- 1952
İhtiras Kurbanları - 1953
Günah Kadını - 1953
Bir Şoförün Hayatı - 1954
Gülmeyen
Yüzler - 1955
Sazlı Damın Kahpesi - 1956
Yayla Güzeli - 1956
Yetimler Ahı - 1956
Günah Köprüsü
- 1956
Öldürdüğüm Sevgili - 1956
Yavrularımın Katili - 1957
Allah Korkusu - 1958
Bana Gönül Bağlama
- 1958
Yavrum İçin - 1958
Sokak Şarkıcısı - 1959
Şehvet Uçurumu - 1959
Baharın
Gülleri Açtı - 1961
Gönlüm Yaralı - 1961
Sokak Kedisi - 1969
METİN ERKSAN
Ölmüş Bir Kadının
Evrak-ı Metrukes - 1956
Hicran Yarası - 1959
Sevmek Zamanı - 1965
Ölmeyen Aşk - 1966
Ayrılsak
da Beraberiz - 1967
Sevenler Ölmez - 1970
Feride - 1971
Hicran - 1971
Makber - 1971
Sensiz Yaşayamam -
1977
MEMDUH ÜN
Yetim Yavrular - 1955
Çoban Kızı - 1958
Üç Arkadaş - 1958
Kırık Çanaklar
- 1960
Güneş Doğmasın - 1961
Boş Yuva - 1961
Akasyalar Açarken - 1962
Ağaçlar Ayakta
Ölür - 1964
Namusum İçin - 1965
Vahşi Sevda - 1966
Son Gece - 1967
Yaprak Dökümü - 1967
İlk
ve Son - 1968
Gönülden Yaralılar - 1973
Birtanem - 1977
Cevriyem - 1978
HALİT REFİĞ
Yasak
Aşk - 1961
Gurbet Kuşları - 1964
Canım Sana Feda - 1965
Kırık Hayatlar - 1965
Aşk
Fırtınası - 1972
ERTEM EĞİLMEZ
Senede Bir Gün - 1965
Seni Seviyorum - 1966
Seni Bekleyeceğim
- 1966
Ölünceye Kadar - 1967
Yaşlı Gözler - 1967
Sevemez Kimse Seni - 1968
Kalbimin Efendisi - 1970
Son
Hıçkırık - 1971
Yalancı Yarim - 1973
ERTEM GÖREÇ
Kanlı Sevda - 1960
Ayrılan Yollar
- 1964
Acı Günler - 1967
Affet Beni - 1967
Düşman Aşıklar - 1967
Kanlı Hayat - 1967
Alnımın
Kara Yazısı - 1968
Aşkım Günahımdır - 1968
Sabahsız Geceler - 1968
Son Hatıra
- 1968
Son Vurgun - 1968
Şafak Sökmesin - 1968
Sahipsizler - 1974
Sevmek - 1974
Analar Ölmez - 1976
ÜLKÜ
ERAKALIN
Bütün Suçumuz Sevmek - 1963
Çalınan Aşk - 1963
Gecelerin Kadını - 1964
Gözleri Ömre
Bedel - 1964
Dağ Çiçeği - 1965
Dudaktan Kalbe - 1965
Hayatımın Kadını - 1965
Ölüme
Kadar - 1965
Veda Busesi - 1965
Yabancı Olduk Şimdi - 1965
Yıldızların Altında - 1965
Ayrılık
Şarkısı - 1966
Ömrümce Ağladım - 1967
Kadın Severse - 1968
Ölmüş Bir Kadının
Mektupları - 1969
Beklenen Şarkı - 1971
Elbet Bir Gün Buluşacağız - 1973
Silemezler
Gönlümden - 1974
Ben Sana Mecburum - 1976
Aldırma Gönül - 1978
TALAT ARTEMEL
Sonsuz Acı - 1946
Sönen
Rüya - 1948
MEHMET ASLAN
Bir Gönül Oyunu - 1965
Şoför Parçası - 1967
Yaralı Kuş - 1967
Agora
Meyhanesi - 1968
Bin Defa Ölürüm - 1969
Bir Şarkısın Sen - 1969
Kıskanırım Seni - 1970
Allı
Turnam - 1971
Aşka Susayanlar - 1972
Tanrım Beni Baştan Yarat - 1974
Aşk Mahkumları - 1976
CÜNEYT
ARKIN
Sevgili Oğlum - 1977
Küsküm Çiçek - 1979
Üç Sevgili - 1979
Rüzgâr - 1980
NATUK BAYTAN
Aşkların
En Güzeli - 1964
Affedilmeyen Günah - 1965
Sırtımdaki Bıçak - 1965
Ömür Boyu - 1969
Acı Yudum
- 1972
Yuvasız Kuşlar - 1978
Son Sabah - 1978
VEDAT ÖRFİ BENGÜ
Günahım - 1948
Sızlayan
Kalp - 1948
Kapanan Gözler - 1950
Allah'tan Bul - 1952
MEHMET DİNLER
Aşkınla Divaneyim - 1967
Kara
Duvaklı Gelin - 1967
Yarın Çok Geç Olacak - 1967
Ağla Gözlerim - 1968
Sana Dönmeyeceğim - 1969
Sonbahar
Rüzgârları - 1969
Tatlı Sevgilim - 1969
Hayatım Senindir - 1971
Solan Bir Yaprak Gibi - 1971
Unutama
Beni - 1974
SÜREYYA DURU
Aşk ve İntikam - 1965
Sevgim ve Gururum - 1965
Ömrümce Unutamadım - 1971
ORHAN
ELMAS
Hayatım Sana Feda - 1959
Bir Yaz Yağmuru - 1960
Bir Bahar Akşamı - 1961
Yalnızlar
İçin - 1962
İçimdeki Alev - 1966
Adını Anmayacağım - 1971
Yağmur - 1971
Feryat
- 1972
Kara Sevda - 1973
Sensiz Yaşanmaz - 1974
Bitmeyen Şarkı - 1976
Aşkın Gözyaşları
- 1978
SIRRI GÜLTEKİN
Son Şarkı - 1954
Dertli Gönül - 1957
Son Nefes - 1958
Ağlama Sevgilim
- 1962
Aşk Güzeldir - 1962
Fakir Bir Kız Sevdim - 1966
Bir Annenin Gözyaşları - 1967
Yıkılan
Gurur - 1967
SEYFİ HAVAERİ
Damga - 1948
Gönülden Yaralılar - 1949
Sabahsız Geceler - 1952
Sevda
Sahilleri - 1955
Izdırap Kasırgası - 1955
Acı Sevda - 1958
Gönülden Ağlayanlar - 1958
Bir
Yavrunun Gözyaşları - 1960
TÜRKER İNANOĞLU
Senden Ayrı Yaşayamam - 1960
Şafakta
Buluşalım - 1961
Kalp Yarası - 1961
Belki Bir Sabah Geleceksin - 1962
Acı Tesadüf - 1966
Bar
Kızı - 1966
Ayrılık Saati - 1967
Arkadaşımın Aşkısın - 1968
Aşka
Tövbe - 1968
Benim de Kalbim Var - 1968
Son Mektup - 1969
Fadime Cambazhane Gülü - 1970
REMZİ JÖNTÜRK
Göklerdeki
Sevgili - 1966
Yaralı Kalp - 1969
SAFA ÖNAL
İnleyen Nağmeler - 1969
Ağlayan Melek - 1970
Buğulu
Gözler - 1970
Ölünceye Kadar - 1970
Bir Genç Kızın Romanı - 1971
OKSAL PEKMEZOĞLU
Aşkım
ve Günahım - 1963
Nemli Gözler - 1967
Çingene Güzeli - 1968
Sevilmek İstiyorum - 1973
Sevda Yolcusu
- 1973
Arabacının Aşkı - 1976
Beyaz Kuş - 1977
NEVZAT PESEN
Aşk Rüzgârı - 1960
Çamsakızı
- 1962
İkimize Bir Dünya - 1962
Meyhane Gülü - 1966
DUYGU SAĞIROĞLU
Bitmeyen Yol - 1965
Ben
Öldükçe Yaşarım - 1966
Her Zaman Kalbimdesin - 1967
Seni Affedemem - 1967
Yanık Kalpler - 1967
HULKİ
SANER
Sevmek Günah mı? - 1958
Aşk Rüyası - 1959
Gece Kuşu - 1960
Bir Demet Yasemen - 1961
Yavru
Kuş - 1961
OSMAN SEDEN
İntikam Alevi - 1956
Sönen Yıldız - 1956
Berduş - 1957
Kırık
Plak - 1959
Aşktan da Üstün - 1960
İki Aşk Arasında - 1961
Elveda Sevgilim - 1965
Seven Kadın
Unutmaz - 1965
Akşam Güneşi - 1966
Çalıkuşu - 1966
Hicran Gecesi - 1968
TÜRK SİNEMASINDA
BAZI İLKLER
İlk sinema gösterimi Yıldız Sarayı'nda yapıldı. (1896)
Sürekli film gösterilen
ilk salon Beyoğlu'nda Sigmund Weinberg tarafından Cinema Pathe adıyla açıldı (1908).
İlk
Türk filmi Fuat Uzkinay tarafından çekilen 'Ayastefonos'daki Rus Abidesinin Yıkılışı' (1914).
Afişi
basılarak yurdışına satılan ilk Türk filmi Binnaz oldu (1919).
İlk konulu Türk filmleri Sedat
Simavi tarafından çekilen 'Pençe' ve 'Casus' (1917).
İlk özel yapım şirketleri Kemal Film (1922) ve
İpek Film (1928).
İlk sesli Türk filmi 'İstanbul Sokaklarında' Muhsin Ertuğrul tarafından
çekildi (1928).
İlk sansür yönetmeliği Mussolini'nin sansür yasasından esinlenerek hazırlandı
ve yürürlüğe girdi. (1939).
İlk film festivali 'Yerli Film Yapanlar Cemiyeti' tarafından düzenlendi. 'Unutulan
Sır' adlı film en iyi film seçildi. En iyi kadın oyuncu ödülünü Nevin Aypar, en iyi erkek oyuncu ödülünü Kadri
Erdoğan aldı (1948).
Tiyatro etkisinden çıkan ilk film Kanun Namına'yı Ömer Lütfi Akad çekti (1952).
İlk
renkli Türk filmi Halıcı Kız Muhsin Ertuğrul tarafından çekildi (1953). Aynı zamanda Muhsin
Ertuğrul'un çektiği son filmdi.
Metin Erksan'ın 'Aşık Veysel'in Hayatı' adlı filmi Sansür
Kurulu tarafından yasaklanan ilk film oldu.
İlk uluslararası ödülü Metin Erksan'ın yönettiği 'Susuz
Yaz' aldı. Film Berlin Film Şenliğinde 'Altın Ayı' büyük ödülünü aldı (1964).
Köy hayatını
işleyen ilk Türk filmi Beyaz Geceler'i Lütfi Akad çekti (1965).
1970’li yıllardan 1985’
li yıllara kadar Türk sineması TV etkisiyle bir kriz dönemine girer ve erotik Türk sineması ile sex furyası
donemi başlar. 1990 ve 2000’li yıllarda ise krizden kurtulma ve gerçek öykülere dayali realist Türk sinemasına
doğru adımlar atılır.
Aslında Türk sineması Türk tiyatrosundan doğarak
gelişmiş fakat Türk sinema tarzını ve dilini yaratamamıştır. Bir Fransız ve Rus film
tarzından bahsedilebilir. Fakat Türk sinema dili ve tarzından şimdilik bahsetmek mümkün değil. Aynı
şekilde Türk sinema platformu ve alanlarında da yetersizlik olduğu bir gerçektir.
OSMANLICA BAZI SİNEMA
DERGİLERİ
SİNEMA GAZETESİ
SİNEMA POSTASI (LE COURRIER DU CINEMA)
SİNEMA YILDIZI
OPERA-SİNE
(OPERA-CINE)
SİNEMA MECMUASI (LE CORURIER DU CINEMA)
SİNEMA REHBERİ
FİLM MECMUASI (LE FILM)
SİNEMA
MİHVERİ
ARTİSTİK-SİNE (ARTISTIC-CINE)
TÜRK SİNEMASI (CINE-TURC)
SİNEMATOGRAF CERİDESİ
Sinema Tarihi ve Sinemada Akımlar
Sinema, Auguste ve Louis Lumiere adında iki kardeşin
keşfettiği, resimlerin arka arkaya gösterilmesini sağlayan sinematograf (cinematographe) ile Paris’te
bir kafede yapılan bir film gösterisiyle başlamıştır. 28 Aralık 1895’de yapılan bu
gösteride, bir trenin gara girişi gösterilmiştir. İzleyicilerin hepsi, trenin kafeye çarpacağını
düşünüp, kendilerini dışarı atmışlardır. 1896’da Londra ve New York’ta gösterimler
yapmışlardır. Fakat sinemanın, geleceği olmayan bir keşif olduğunu düşünüp, Georges
Melies isimli, daha sonra büyük bir film yapımcı olan, Houdini Tiyatrosunda ilüzyoniste satmışlardır.
Georges Melies, kariyerinde 531 film yönetmiş olan, sinema tarihinin en önemli karakterlerinden biridir. Stop-motion
ve elle renklendirme tekniklerinin kaşifidir. Lumiere Kardeşler 1903’de Autochrome isimli aleti bulana kadar,
elle renklendirilmiş pek çok film vardır. Melies’in en ünlü filmi Ay’a Seyahat (Le Voyage dans la Luna)
1902 yılında çekilmiştir. Jules Verne hikayesi olan Ay’a Seyahat, ayrıca ilk bilim-kurgu filmidir.
Filmdeki ana karakter Jean-Luc Dupont, Star Trek dizisinin ünlü kaptanı Jean-Luc Picard’ın da isim babasıdır.
Thomas Edison, sinema tarihi sahnesine 1893’de girmiştir aslında; ama 20. yüzyılın ilk çeyreğine
kadar kayda değer bir film üretmemiştir. Georges Melies’in Ay’a Seyahat filmini, New York’da gösterip
büyük paralar kazanmıştır ve Melies’e hiç para ödememiştir. Black Maria isimli film stüdyosunu kurmuştur.
35 mm film şeridini geliştirmiştir ve bu yöntemle Fred Ott’s Sneeze isimli filmi çekmiştir. Sinemanın
bir ortam (medium) olması Edison sayesindedir.
Sinema tarihinin başlangıç noktası bu dört kişi olarak gösterilmektedir. Üçü sinemayı bir sanat
olarak görmesine rağmen, Thomas Edison sinemayı bir işe dönüştürmüştür. 20. yüzyılın ilk
çeyreğinden itibaren Amerika ve Avrupa sinemaları arasındaki fark oluşmaya başlamıştır.
Amerikan sineması kar amacı güderken, Avrupalılar sinema sanatını geliştirmeye devam etmişlerdir.
Yedi ana gruba ayrılan sinema akımlarının çoğu, bu sebepten dolayı Avrupa’da doğmuşlardır.
Şimdi kısaca bu akımların neler olduğunu öğrenelim:
1.Dışa Vurumculuk
1900’lü yıllarda özellikle Almanya, Fransa, Rusya, İsveç, Norveç ve Amerika’da görülen bu akım,
normalin dışında olan, bilinç altının yansıması olarak tanımlanır.Diğer
adıyla Ekpresyonizm olarak da bilinen bu akım, insanların başkaldırışlarıyla oluşmuştur.
Baskıcı rejimlerde yaşayan halklar tarafından yaratılmış ve kabul görmüştür.
1919 ve takip eden 20 senede özellikle Alman sineması tarafından kullanılan bu üslup, gerçeküstü dekor,
yapay rol yapma ve surreal bir dünyada geçen hikayeleriyle göze çarpar. Kaba görüntüler filme hakimdir, gerçek dünyaya ve
mutlu hayata olan özlem anlatılır. Akımın en önemli filmleri şunlardır: Stellan Rye’dan
Prag’lı Öğrenci, Henrik Galeen’den Golem, Otto Rippert’dan Homunculus, Robert Wiena’dan
Doktor Kaligari’nin Muayenehanesi.
2. Şairane Gerçekçilik
Fransa’da doğmuş bir akımdır. En çok izleyici de gene bu ülkede toplamıştır. Şiirsellik
ve gerçekçilik, akımın iki önemli elementidir. Şiirsellik, mekanlarda ve karakterlerin davranışlarında
gözlemlenebilir. Islak caddelerde veya kır kahvelerinde geçen olaylarda başrollerde umutsuz katiller veya evlilikleri
mutsuz geçen kadınlardır. Yasak aşklar, en çok işlenmiş konulardan biridir. Gerçekçilik ise, hayatın
sertliğini vurgulamak için kullanılan polis veya gangster karakterleri sayesinde oluşur. Akımın en
önemli filmleri şunlardır: Jean Vigo’dan Hal ve Gidiş Sıfır, Jean Vigo’dan Geçip Giden
Çatana.
3. Yeni Gerçekçilik
İtalya’da 1945 sonrasında doğmuş olan bu akımın ana düşüncesi şudur: Genel
Erkek ve kadına yönelmelidir. Gerçek hayat oluşumlarında kapının dışında çekimler
yapılmalı; adeta bir belgeselle aynı tarzda olmalıdır.
Yeni Gerçekçi yönetmenler, kameralarını stüdyolardan çıkarıp sokağa taşıdılar.
Doğal ışık kullanmayı tercih ettiler ve aktörler de doğaçlama rol yaptılar. Hareketli kamera
ve doğa sesleri, akımı belirleyici özelliklerdendir. Senaryo olmadan, olaylar olduğu gibi görüntüleniyordu.
İşsizlik ve ekonomik kaos başlıca konulardandı. Akımı belirleyen filmler şunlardır:
Luchino Visconti’den Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, Rocco Kardeşlerden Almanya Sıfır
Yılı, Vittoria De Sica’dan Bisiklet Hırsızları.
4. Yeni Dalga
Sadece Fransa’da yaşanmış olan bu akım, 1950 sonrasında ortaya çıkmıştır.
Esas çıkış noktası, Hollywood’a rakip olmak ve sinema sanatına hakettiği saygıyı
göstertmekti. Savaş sonrası kurulan CNC (Contre National Cinematographie), Fransız sinemasını epeyce
canlandırdı. Çılgın Pierrot ve Ve Tanrı Kadını Yaratı gibi filmler bu akımın
öncülerindendir. Yeni Gerçekçileri örnek alıp doğal ışıklar kullanmışlardır. İlk
defa başka filmlere göndermeler, bu akımla yapılmıştır. “Tarantino Tarzı” denen,
karmaşık kurgu ve kronolojik olmayan sahne sıralaması, ilk bu dönemde yapılmıştır.
Çarpıcı geçişler ve uyumsuz sahneler vardır. Komik bir sahne, bir anda cinayetle bitebilir. Karakterler
genelde toplumla çok alakalı olmayan, siyasetten ve aile kavramından uzak, öğrencilerdir. Akımı temsil
eden başlıca fimler şunlardır: Alain Resnais’den Geçen Yıl Marienbad, François Truffaut’dan
400 Darbe.
5. Özgür Sinema
1956 yılında Karel Reisz ve Tony Richardson tarafından yönlendirilen, politikaya bile yansıyan bu akım,
çalışan sınıfın problemleri ve sosyal içerikli konularıyla dikkat çeker. İngiliz Sinema
Enstütüsü (BFIY) destekli bu akım, belgesellerle başlamış, sonra konulu filmlere geçmiştir. Akımın
önemli filmleri şunlardır: Lindsay Anderson’dan This Sporting Life, Tony Richardson’dan Öfkeli Gençler.
6. Yeni Sinema
1960’lı yıllarda Brezilya’da yayılmaya başlayan bu akım, yabancı etkilerden uzak,
kendi kültürüne ait film yapmayı hedefliyordu. Toplumsal sorunları, belgesel gerçekliğiyle işleyen bu
akımın filmleri, her ülkede folklorik öğelerle besleniyordu. Anlatım özgürlüğü ve bağımsızlığı
önemli iki elementidir Yeni Sinemanın. 1967 yılında başlayan ekonomik krizler, bu akımına darbe
vurdu. Renkli karnavalları ve eğlenceli toplantıları anlatmaya başlayan yeni filmlerle akım
saptırıldı. Açlığın ve tutkunun sineması olan Yeni Sinema kısa zamanda önemini kaybetti.
Başlıca filmer şunlardır: Glauber Rocha’dan Kendinden Geçmiş Ülke, Antonia Des Mortes’den
Fırtına, Ruy Guerra’dan Arzu Plajı.
7. Deneysel Sinema
Sinemada alışılmışın dışında yenilikler deneyen bu akım, gelenekleri
takmayan bir yapıya sahiptir. Sinema tarihi boyunca varolmuş bu akım, dünyanın her yanında bulunmaktadır.
Bağımsız, avangard ve yeraltı türleri bu akıma dahildir. Başlıca örnekleri şunlardır:
Andy Warhol’dan Uyku, Tony Conrad’dan Kırpışma, Louis Bunuel’den Endülüs Köpeği, Viking
Eggeling’den Çapraz Senfoni.
Son olarak da sinema tarihinde kilometre taşı bir-iki olaydan bahsedeceğim. 1922 yılında Fox film
stüdyoları, newsreels (sinemada yayınlanan haberler) çekimlerini sesli yapmaya başladı. 1927 yılında
Warner Brothers stüdyoları ilk sesli filmi çektiler: The Jazz Singer. 1932 yılında Disney stüdyoları ilk
tam renkli filmi çekti: Flowers and Trees. 1937 yılında Disney stüdyoları Snow White (Pamuk Prenses ve Yedi
Cüceler) isimli ilk uzun metrajlı animasyon filmi üretti.
Can “Ponpon Necromancer” Turgay
İlk yıllar(1830-1910)
Sinemanın temelinde yatan yanılsama, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kaybolmasından
sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve ardışık ağ tabaka görüntülerini, hareket
eder biçimde algılaması olgularına dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla
(genellikle sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) ard arda yansıtılan film karelerindeki
görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür.
Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce biliniyordu, örneğin
her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu.
1832 de yapılan phenakistoscope ve 1834'te gerçekleştirilen zoetrope gibi optik aletlerle aynı temele dayanarak
hareketli görüntüler oluşturulmuştu. 1839'da fotoğrafın bulunmasından sonra, hareketi eşit ve
çok kısa aralarla sabit fotoğraflar olarak saptayan yöntemler Edward Muybriagef, yan yana dizdiği fotoğraf
makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla
hareketli bir görüntü yaratmayı başardı (1877). Fransız fizyolog Etienne Jules Marey 1882'de kuşların
uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış bir makineli tüfeğe
benzeyen bir aygıt geliştirdi. 1887'de ABD'li Hannibal Goodwin'in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması,
bir yıl sonra da George Eastman'ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması,
sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşullan hazırlamış oldu. Thomas Alva Edison ile yardımcısı William Kennedy Laurie Dickson'ın yaptıklan kinetograf, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış
15 m'lik filmler üzerine saniyede 40 görüntü saptanabiliyordu. Edison kinetoskop adım verdiği bir gösterim aygıtı
aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Ama bu aygıt,
gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. Kinetoskopların ticari
olarak satışa sunulmasıyla birlikte Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna
göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu Black Maria'yı inşa etti.
Kinetoskopu Paris'te bir sergide gören Auguste ve Louis Lumiere, sinematografi adı verilen aygıtı geliştirdiler.
Elle çalıştırılabilen bu aygıt film çekimi ve gösterimi yapabiliyor ve 10 kg dolayındaki ağırlığı
sayesinde de, istenen yere taşınabiliyordu. Lumiere Kardeşler ilk gösterilerini 28 Aralık 1895'te Paris'te, Capucines Bulvarı'ndaki Grand Cafe'de gerçekleştirdiler ve bu gösteri sinemanın başlangıcı
olarak kabul edildi.
Edison'ın filmleri genellikle stüdyoda çekilmiş sirk ve vodvil gösterileriyken, Lumiere Kardeşler'in filmleri
dünyanın çeşitli yörelerine gönderilmiş kameramanların saptadıkları belgeseller ya da haber
filmleriydi. Sinemanın kendine özgü anlatım olanaklarından yararlanma ve sinema aracılığıyla
bir öykü anlatma dönemi, temel olarak Fransız yönetmen Georges Melies'le başladı. Melies, fantastik sinema ve bilimkurgu sinemasının da öncüsü sayılan filmlerinde sinemanın
yanılsama yaratma gücünü zekice kullanarak film "hile"leri uyguladı. Ama Melies'in filmlerinde kamera sabit bir
noktada duruyor ve öyküyü, tiyatro sahnesindeymiş gibi görüntülüyordu. Daha sonra sinema dilinin temel öğeleri olacak
değişik çekim ölçeklerini ve kamera açılarını kullanan ve bunları öykünün gelişimine göre
değişik biçim ve ritimlerde kurgulayan ilk sinemacı ABD'li Edwin S. Porter oldu. Özellikle The Great Train Robbery (1903; Büyük Tren Soygunu) filminde Porter, hareketli ve gerilimli sahnelerde yakın
ve kısa çekimler kullanarak, kamerayı hareket ettirerek ve arkadaki bir perdeye yansıtılmış
görüntülerle öndeki bir mizansenin birleştirilmesine dayanan arka gösterim tekniğini uygulayarak, gerçekçi sinemanın
temellerini attı.
Daha ilk gösterimlerden başlayarak kitlelerin ilgisini çeken ve yaygın bir eğlence aracına dönüşen
sinema, 20. yüzyılın ilk 10 yılında başlı başına bir sanayi ve ticaret dalı haline
geldi. Önceleri dünya pazarına Fransız sinemacılar egemendi ve Charles Pathe ilk uluslararası sinema imparatorluğunu
kurmuştu. ABD'de ise Nickelodeon adı verilen sinema salonlarının hızla yayılması, başlıca
Doğu kentlerinde art arda film yapım şirketlerinin kurulmasına yol açtı. Yapımcı şirketlerin
1908'de kurduktan Motion Picture Patents Company'nin yürüttüğü mücadele karşısında bazı sinemacılar
Batı'ya giderek orada etkinlik göstermeye başladılar ve böylece Hollywood'un temellerini attılar.
Sessiz sinema:
Sinema alanında başlayan amansız rekabet yapımcıları kitlelerin ilgisini çekecek yeni filmler
yapmaya itti. On dakika süren tek makaralık filmlerin yanı sıra birkaç makaralık uzun filmler de yapılmaya
başladı. ABD'de orta sınıfa yakın öyküler ve romanlar art arda perdeye aktarıldı ve adları
çevresinde efsaneler oluşturulan sinema yıldızlan ortaya çıkmaya başladı.
I. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa'da Fransız ve İtalyan sinemaları önde geliyordu. Fransız Ferdinand Zecca, daha ABD'de
sessiz sinema komedyenlerini derinden etkileyecek komedi türünü (comique) geliştirdi. Louis Feuillader Les vampires (1915;
Vampirler) ve Judex'te (1916) hem cinayet korku sinemasını geliştirdi, hem de seri film uygulamasını
başlattı. Bir yandan gene Fransa'da, sahne oyunlarının karmasıklı sinema uyarlamaları olan
sanat filmi (filmi d'art) uygulamaları görüldü. İtalyan sineması ise 1908 ve 19l3'te iki kez çevrilen Ultimi
giorni di Pompei (Pompei'nin Son Günleri), Quo Vadis? (1912) ve Cabirkl(1914) gibi, çok sayıda figüranın ve dev
dekorların kullanıldığı, uzunluğu 612 makara arasında değişen destan-tarihsel
filmlerle dikkati çekti.
Sinemayı ilginç bir eğlence düzeyinden başlı başına bir anlatım aracı konumuna
yükselten en önemli sinemacı Griffith oldu. Söze ve yazıya başvurmadan yalnızca sinemanın anlatım olanaklarıyla izleyiciyi etkileyen,
duygu ve düşünceleri en çarpıcı biçimde perdeye yansıtan Griffith, günümüzde artık klasikleşmiş
olan sinema tekniklerini uyguladığı gibi, film yapım sürecinin de temel aşamalarını yerleştirdi
ve bütün bu aşamaları uyumlu biçimde yürüten yönetmenin önemini ortaya koydu. I. Dünya Savaşı sonrasının
yorgun ve yıkık Avrupa'sında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri, savaştan yenik
çıkmış olan Almanya'dan geldi. Savaştan sonra özel denetime verilmiş olan UFA adlı şirket
öncülüğünde Alman sineması Weimar Cumhuriyeti döneminde (1919-33) altın çağını yaşadı. UFA'nın ilk yapından Ernst Lubitsch'in Madame Du Barry (1919) ve Anna Boleyn'i (1920) gibi gösterişli, kostümlü tarihsel filmlerdi. Ama Almanya sinema sanatına
en büyük katkıyı, Robert Wiene'nin, Das Kabinen des Dr. Caligari (1919; Doktor Caligari'nin Muayenehanesi) filmiyle
başlayan dışavurumcu sinemayla yaptı. Bu filmde mizansenler kahramanlann iç dünyalarını yansıtacak
gibi düzenlenmiş, mimari, dekor, ışık vb öğeler filmin temalarını ve duygu tonlarını
yansıtacak biçimde, adeta plastik bir malzeme gibi yoğurulmuştu. 1920'lerde gelişiminin doruğuna
varan Alman dışavurumculuğu, dünya sinema sahnesine Fritz Lang ve F.W. Murnau gibi iki usta çıkardı. 1925'te iflasın eşiğine gelen UFA, büyük Amerikan film şirketlerinin
yardımıyla kurtarıldı ve bu yardım karşılığında Alman yönetmenler ve teknik
elemanlar ABD'ye giderek orada çalıştı. Daha sonra Hitler'in iktidara gelmesiyle de çok sayıda Alman sinemacı ABD'ye yerleşerek Hollywood sinemasının estetik temellerini atacaktı.
1920'lerin ikinci yarısında Alman sineması, savaşın yarattığı toplumsal çöküntününde
etkisiyle, dışavurumcu psikolojik temalardan, yaşamı olduğu gibi aktaran gerçekçi filmlere yöneldi.
Yeni nesnelcilik (neue Sachlichkeit) adı verilen bu yönelimin en önemli temsilcisi G.W. Pabst oldu.
Savaş sonrasında sinema alanındaki en önemli gelişmelerden biri de SSCB'de ortaya çıktı. Ajitasyon ve propaganda için sinemaya özel bir önem veren Sovyet hükümeti, dünyanın ilk sinema
okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü'nü (VGİK) kurdu ve ajitasyon ve sinema sözcüklerinden oluşturulan agitki
sözcüğüyle tanımlanan filmlerin yapımına hız verdi. Olanaklar son derece kıt olduğundan
agitkiler, çarlık döneminde çekilmiş eski filmlerin, yeni yönetimin propagandasını yapacak biçimde yeniden
kurgulanmasıyla hazırlanıyordu. Bu zorunluluk SSCB'de kurgu üzerine geniş çalışmalar yapılmasına
ve kuramlar geliştirilmesine yol açtı. Lev Vladimiroviç Kuleşov, boş kamerayla deneyler yaptı ve
yalnızca görüntülerin değişik biçimde sıralanmasıyla çok değişik duygu ve izlenimler yaratılabileceğini
ortaya koydu.
Kuleşov'un, sinemaya önemli estetik katkılarda bulunacak iki izleyicisi ise Sergey Ayzenştayn ve Vsevolod İllaryonoviç Pudovkin oldu. Griffith gibi yaşamı boyunca az sayıda film çekebilen Ayzenştayn, algılama psikolojisi ile
Marksist diyalektiği birleştiren bir kurgu kuramı geliştirdi ve uyguladı. Pudovkin ise Ayzenştayn
gibi diyalektik çatışmaya değil anlamsal bağlantıya dayanan bir kurgu anlayışını
savunuyordu. Dönemin bir başka önemli sinemacısı, görüntülerinin resimsel kusursuzluğu, şiirselliği
ve doğalhğıyla dikkati çeken Aleksandr Dovjenko'ydu. Dziga Vertov ise kurmaca sinemaya karşı çıkarak
belgesel görüntülerin düzenlenmesine dayanan sinemagöz (kinoglaz) kuramını ortaya attı ve bu görüşü doğrultusunda,
KinoPravda (SinemaGerçek) adı verilen ve gerçeği olduğu gibi saptayan bir dizi film çekti.
ABD'de savaş sonrasında film yapımı, dağıtımı ve gösterimi en önemli sanayi dallarından
biri olmuş ve çok geniş bir kitlenin ilgisini çeker hale gelmişti. Sinemanın belli başlı türleri
de bu dönemde oluştu. Bunlar arasında en çok ilgi göreni komediydi. Mack Sennett'in Keystone Stüdyosu'nda üretilen
ve Keystone komedileri olarak tanınan bu filmler Charlie Chaplin, Harry Langdon, Fatty Arbuckle, Mabel Normand ve Harold Lloyd gibi yeteneklerin ortaya çıkmasını sağladı.
Örneğin Chaplin ünlü Şarlo tipini bu tür komedilerde yaratmıştı.
1920'lerin başlarında haftada 40 milyon ABD'li sinemaya gidiyordu. Sinemanın yaygın etkisi ve o yıllarda
Hollywood'da materyalizm, sinizm ve cinsel serbestlik yönelimleriyle kendini gösteren Caz Çağı, filmlerin denetim
altına alınması yönünde tepkilere neden oldu. Hükümetin müdahalesini önlemek için yapımcılar, (başında
bulunan kişinin adıyla) Hays Bürosu olarak anılan Amerikan Sinema Yapımcıları ve Dağıtımcıları
adlı örgütü kurdular. Bu büro filmlerde yapılmaması ya da dikkat edilmesi gerekli noktalan belirledi. Sonunda
suçluların cezalandırılması koşuluyla genel değerlere aykırı davranışların
filmlerde gösterilebileceğine karar verdi. Bu olanaktan en çok yararlanan yönetmen ise, tarihsel ve çağdaş
konulu filmlerinde cinselliğe ve şiddete oldukça yer veren ve gösterişli anlatımıyla dikkati çeken
Cecil B. deMille oldu. Alman göçmeni Ernst Lubitsch ise cinsel dokundurmalı komedileriyle öne çıktı. O dönemin
Hollywood'unun en aykırı yönetmeni ise Avusturya'dan gelmiş olan Erich von Stroheim'dı. Filmlerinde yerleşik ahlak kurallarını karşısına alarak bu sınırların
dışına taşan Stroheim, yapıtlarının geniş izleyici kitlesi tarafından beğenilmesine
karşın, hem aykırı tutumu, hem de set ve kostümler için çok para harcaması yüzünden yapımcıların
tepkisini çekiyordu.
Sessiz sinemanın son yıllannda ise ABD sinemasında gittikçe artan tekelleşme ve Büyük Bunalım'ın ilk izlerinin belirmesi yapımcı şirketlerin riskten kaçınmalarına yol açtı ve bunun
sonucunda Griffith, Sennett, Chaplin, Keaton ve Stroheim gibi yenilikçi sinemacılann stüdyolarla çalışma olanağı
iyice azaldı.
2. Dünya Savaşı öncesinde sesli sinema.
Sesle görüntüyü birleştirmek sinemanın icadından beri düşünülen bir şeydi. 1919'da Lee De Forest,
sesi optik olarak film üzerine kaydeden bir aygıt geliştirdi ve fonofilm adıyla patentini aldığı
bu aygıtla 1923-27 arasında, özel olarak hazırlanmış salonlarda bir dizi sesli film gösterisi yaptı.
Ama büyük yapım şirketleri pahalı olduğu gerekçesiyle bu yeniliğe ilgi göstermediler. O dönemde küçük
bir yapım şirketi olan Warner Bros. 1925'te Western Electric'in geliştirdiği bir ses kayıt sistemiyle
ilgilendi. Şirketin amacı filmleri müzikli olarak gösterime çıkarmaktı. Alan Crosland'ın yönettiği
ve John Barrymore'un oynadığı Don Juan ilk kez 6 Ağustos 1926'da müzikli olarak gösterildi. Bunu, orkestra
müziğinin yanı sıra, popüler şarkılann ve konuşmaların da yer aldığı ve
gene Crosland'ın yönettiği, sinemanın ilk sesli filmi The Jazz Singer (1927; Caz Şarkıcısı)
izledi.
"Konuşan filmler"in izleyici sayısını önemli ölçüde artırması üzerine, 1927-29 arasında
15 ay içinde Amerikan sinema sanayisi sesli sinemaya geçti. Ama sesli sinema bir dizi teknik ve estetik sorunu da birlikte
getirdi. Mikrofonların ağır ve hareket olanaklarının sınırlı oluşu, çekim sırasında
motor sesinin de kaydedilmesini önlemek için kameralann büyük kabinlere konması zorunluluğu filmlerdeki hareket
olanağını kısıtlıyordu, öykünün ve duyguların diyaloglarla daha kolay aktarılması
filmlerin gittikçe durağan ve çok konuşmalı yapımlar halini almasına yol açtı. Yönetmenler de
çekim sırasında oyunculara ve teknik ekibe talimat verme olanağım yitirdiler. Öte yandan ya diyaloglan
ezberleyemediklerinden, ya yabancı aksanları çok belli olduğundan ya da sesleri perdedeki görüntülerine uymadığından
birçok yıldız sesli sinema döneminde ününü yitirdi.
Buna karşılık, oyuncu yönetiminde ustalaşmış yönetmenlerle tiyatro deneyimi ve yeteneği
olan oyuncular öne çıktı. Filmlerin çekimden sonra seslendirilmesine dayanan dublai uvmılaması da sesli
sinemanın getirdiği teknik kısıtlamaları büyük ölçüde ortadan kaldırdı. King Vidor'ın
dublajı ilk kez uyguladığı Hallelujah! (1929) filminden sonra bu uygulama yaygınlaştı.
1933'e gelindiğinde sesli çekimin birçok sorunu çözülmüştü.
Sesli sinemayla birlikte yeni türler de ortaya çıktı. Sesin sağladığı gerçeklik duygusu,
katı toplumsal gerçeklere değinen filmlerin yolunu açtı. Bunların başında, kent argosunun ve
çatışma sahnelerinin gerçeğe uygun biçimde kullanıldığı gangster filmleri geliyordu. Ünlü
kişilerin yaşamlanna dayanan biyografik filmler de yeni bir tür olarak ortaya çıktı. Sessiz sinemanın
hareketi temel alan komedisinin yerini, Manc kardeşlerin, W.C. Fields'ın ve Frank Capra'nın söze dayanan komedileri almaya başladı. Sesle birlikte gözde olan bir başka tür de müzikaldi. Walt Disney Skeleton Dance'la (1929; İskelet Dansı) canlandırma müzikalleri türünü başlattı. Sesin gelmesiyle
inandırıcılık kazanan çizgi filmlerin üretimi de bu dönemde artmaya başladı. Üstelik çizgi filmlerde
iki ya da üç renk kullanılabiliyordu.
Renkli film sesli sinemayla birlikte başladı. Ama sinemanın ilk yıllannda elle ya da şablonla
boyama yöntemiyle bazı renkli filmler yapılmıştı. Technicolor Corporation tarafından geliştirilen
Technicolor fotografik renklendirme yöntemi ilk kez 1922'de uygulanmıştı. Ama üç temel renk kullanımına
olanak sağlayan yöntem 1929-32 arasında geliştirildi ve uygulamaya kondu. Bu yöntem, Disney'in kısa canlandırma
filmi The Three Liftle Pigs (1933; Üç Küçük Domuz) ve kısa canlı film La Cucaracha' dan (1934) sonra giderek yaygınlaşmaya
başladı.
Sesli sinemayla birlikte izleyici sayısındaki artış, ABD'de büyük şirketlerin egemenliğini
ve bu şirketlerin kitlesel olarak film çektikleri stüdyo sistemini güçlendirdi. 1930-45 arasında 7.500 film stüdyo
sistemi içinde çekilirken, şirketler de belli tarzlarda uzmanlaştılar. Bebek doğumundan tutkulu öpüşmelere
kadar birçok olay ve konunun filmlerde gösterilmesini yasaklayan ve kendi mührünü taşımayan filmlerin dağıtımını
yasaklayan Yapım Yönetmeliği'nin çıkanlmasından (1934) sonra stüdyo sistemi daha da güçlendi ve bu sistem
dışında yenilikçi yapımlar gerçekleştirmek neredeyse olanaksızlaştı.
Gene de stüdyo sistemi içinde Capra, Josef von Sternberg, John Ford, Howard Hawks, Alfred Hitchcock, William Wyler, George Cukor gibi yönetmenler kendi özgün tarzlarım geliştirip uygulayabildiler. Sistemin içinden çıkan en
olağanüstü sinemacı ise, daha sonra sistemle çatışmaya girip çalışma olanaklarını
yitirecek olan Orson Welles'ti. Welles, filmlerinde yeni görüntü ve çekim biçimleri uyguladığı gibi, sinemanın anlatım öğelerini
değişik düzlemlerde bir arada ve uyum içinde kullandı.
Sesli sinema döneminde uluslararası alanda en parlak gelişmeyi Fransız sineması gösterdi. Path6 Freres
ve Gaumont Pictures gibi büyük şirketlerin güçlerinin azalması ve genellikle tek bir film için kurulan küçük şirketlerin
bunların olanaklarını kiralayarak film yapmaları, Fransız sinemasında yenilikçi ve yaratıcı
yapıtların ortaya çıkmasını sağladı. Fransız sinemasının 1930'lardaki "Altın
Çağ"ının simge haline gelmiş üç yönetmeni, sesi ve görüntüyü akışkan ve rahat bir anlatımla
kullanan Rene Clair, toplumsal sisteme kökten karşı çıkan şiirsel iki filmiyle sinema tarihine geçen Jean Vigo ve izlenimcilikten
köklü toplumsal eleştiriye kadar değişik tutumları son derece ince işlenmiş bir anlatımla
perdeye yansıtan Jean Renoir'dı.
Almanya'da sessiz sinema döneminin başarılı yönetmenleri 1930'lann başlannda sesi ustaca kullandıktan filmler
çektiler. Ama Hitler'in iktidara gelmesi bu yönetmenlerin çalışma olanaklarını yok etti. Alman sineması
Leni Riefenstahl'ın çalışmaları gibi propaganda filmleri üretmeye başladı. Aynı biçimde SSCB'de de sessiz
dönemin önemli sinemacılarının çalışmaları bürokrasinin engellemeleriyle karşılaşırken,
toplumcu gerçekçilik adına ulusal kahramanların yaşamlarını anlatan ajitatif filmler desteklendi.
Japonya ise sesli sinemaya oldukça geç geçti. Bunun önemli bir nedeni bensi uygulamasıydı. Bensi, sessiz film gösterilirken,
filmde olanları Kabuki tiyatrosu üslubunda izleyiciye aktaran bir yorumcuydu ve bu uygulama izleyiciler tarafından
çok tutulmuştu. Gene de sesli filmlerle birlikte Japon sinema sanayisi tekelleşmeye ve kitlesel film üretmeye başladı.
Buna karşılık Yasuciro Ozu ve Kenti Mizoguçi gibi yönetmenler toplumsal eleştiri taşıyan ilk filmlerim de bu dönemde çektiler. Hükümet ise, savaş
boyunca da yürürlükte kalacak katı bir sansür uygulamaya başladı.
Sesle birlikte Hindistan'da da bir film patlaması yaşandı. Yılda, çoğu mitolojik ve tarihsel konulan ele alan, sözlü, danslı
ve şarkılı ortalama 230 film gösterime çıkıyordu.
Savaş yılları ve II. Dünya Savaşı sonrası eğilimleri.
Savaş yıllarında ABD'li sinemacılar savaşın değişik cephelerini tanıtan filmler
yaptılar. Savaştan sonra ise stüdyo sistemi gerilemeye başladı. Bunun başlıca nedenlerinden
biri antitröst yasalarının stüdyoların dayandığı yapım ve dağıtım tekellerini
zayıflatmasıydı. Bazı stüdyolar finansman güçlükleri yüzünden gösterişli müzikaller ve tarihsel filmler
yerine küçük bütçeli filmlere yöneldiler. Böylece toplumsal bilinç sineması olarak adlandırılan ve savaş
sonrasının düş kırıklıklarına, ırkçılığa, alkolizme, gerçek polisiye
olaylara değinen filmler çekildi.
1947'de Amerika'ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komitesi'nin "komünist etkiler"i araştırmaya
başlamasıyla birlikte karalama ve temizlik kampanyaları Hollywood'u da içine aldı. Uzlaşmayı
reddeden sinemacılar çalışma olanağından yoksun kalırken, yenilikçi düşüncelerden ve tartışmalı
konulardan uzak kalmaya özen gösteren tutucu filmler çekildi. Sinemanın inişe geçmesine neden olan bir başka
önemli neden de televizyonun yaygınlaşmasıydı. Hollywood sinemaskop, Vista Vision gibi geniş ekran
uygulamalarıyla, üç boyutlu filmlerle ve üstün yapımlarla televizyonun rekabetine dayanmaya çalıştı.
Öte yandan televizyon filmlerinin etkisiyle küçük bütçeli, siyahbeyaz gerçekçi filmlere bir dönüş yaşandı.
1960'larda ise stüdyoların çöküşü ve Yapım Yönetmeliği'nin geçerliliğini yitirmesiyle birlikte küçük,
bağımsız şirketlerin etkinliği arttı.
Uluslararası alanda, savaşın hemen ardından İtalyan sineması yenigerçekçilik akımıyla
dikkatleri üstüne çekti. Bu akımın yaratıcısı sinemacılar, Mussolini'nin kurduğu Deneysel Sinema Merkezi'nde öğrenim görmüş, ama dönemin "beyaz telefon filmleri" olarak adlandırılan
yapay salon filmlerine ilgi göstermeyip toplumsal temalara yönelmişlerdi. Luchino Visconti'nin 1942'de çektiği Ossessione (Tutku), gerçek yaşama ilişkin bir öyküyü gerçek mekânlarda yansıtışıyla
yeni akımın öncüsü oldu ve sansürün hışmına uğradı. Savaşın sona ermesiyle birlikte
İtalyan sinemacılar, kıt olanakların da zorlamasıyla, dönemin toplumsal gerçeklerini gerçek mekânlarda
ve profesyonel olmayan oyuncularla perdeye getirdiler. Yeni gerçekçiliğin en önemli temsilcileri Vittorio de Sica'yla Roberto Rossellini'ydi. Önceleri bu akımın içinde yer alan Visconti, kendine özgü barok nitelikli bir sinemaya yöneldi. Gene ilk filmlerinde
yenigerçekçilik akımının izleri görülen Federico Fellini ve Michelangelo Antonioni daha sonra, sinemaya modern katkılarda bulunan başlı başına birer okul haline geldiler. 1960'larda
ve 1970'lerde ilk filmlerini yapan savaş sonrasının ikinci kuşağından Ermanno Olmi, Pier Paolo Passolini, Bernardo Bertolucci, Francesco Rosi, Marco Bellochio, Marco Ferreri, Paolo ve Vittorio Taviani, Lina Wertmüller gibi yönetmenler, çağdaş toplumu ve tarihi çeşitli açılardan sorgulayan filmlerinde özgün üsluplarını
geliştirdiler.
Fransa'da yenileşme dönemi Yeni Dalga hareketiyle başladı. Akımın temsilcileri, Alexandre Astfuc'ün
1948'de ortaya attığı, sinemacının ışıkla yazan bir yazar olması gerektiğini
savunan kamerakalem (camerastylo) kuramıyla Andre Bazin'in Cahiers du Cinima dergisinde savunduğu, kurgudan çok görüntünün iç düzenlenişine, yani mizansene önem veren
görüşlerini birleştirerek yaratıcı sinemacılar kuramını geliştirdiler. Klasik Fransız
ve Hollywood anlatım kalıplarına karşı çıkan bu sinemacılar, filmlerin de aynı romanlar
gibi yaratıcılarının kesin damgasını taşıması gerektiğini savundular. Akımın
önemli temsilcileri François Truffaut, Alain Resnais, Jean Luc Godard, Claude Chabrol, Louis Malle, Eric Rohmer, Agnes Varda ve Jacques Rivette giderek kendi özgün çizgilerinde ilerlediler. 1970'lerin sonlanna değin Fransız sinemasının gelişiminin
belirlediği gibi, "Yeni Dalga" terimi ülke sinemalanndaki yenilikçi karşı çıkışları tanımlar
oldu. Bu hareket ayrıca sinemanın bir sanat dalı olarak kuramsal düzeyde tartışılmasına
da büyük katkıda bulundu.
İngiltere'de etkili gerçekçiliğiyle dikkati çeken savaş dönemi belgesellerinin ardından kültürel açıdan tutucu
bir çizgi sinemaya egemen oldu. Buna tepki olarak genç sinemacılar 1950'lerin başında, Lindsay Anderson, Karel Reisz ve Tony Richardson'nın öncülüğünde Özgür Sinema hareketini geliştirdiler. Günlük yaşamı olanca gerçekliğiyle saptayan
belgesellerle başlayan bu akım, gündelik yaşama önem veren ve bu çerçevede çalışan insanlann sorunlarını
ele alan konulu filmlerle devam etti. İngiltere'deki film stüdyolarının gelişkin düzeyi 1960'larda birçok
yabancı yönetmenin bu ülkede film çekmesine yol açtı. 1970'lerin bol özel efektli filmlerinin bir bölümü de İngiltere'de
çekildi. 1980'lerde ise özerk televizyon kanalı Channel Four'un bağımsız yönetmenlere film yaptırması
sonucunda küçük bütçeli, ama son derece ilginç filmler üretildi. Bu gelişmeyi bazıları İngiliz rönesansı
olarak adlandırdı.
Savaşın hemen ardından yeniden kitlesel film üretimine başlayan Japon sineması 1950'lerde uluslararası
alanda ilgi gören ve önemli ödüller kazanan filmleriyle en parlak dönemini yaşadı. Evrensel anlatım biçimleriyle
Japon kültürünü birleştiren Akira Kurosava'yla biçim ve içerik bakımından daha "Japon" olan Mizoguçi ve Ozu en önemli yapıtlarını bu dönemde
verdiler. Bu yönetmenleri, ikinci kuşak sayılan Masaki Kabayaşi, Kon İçikava ve Kaneto Şindo'nun
başını çektiği grup, onlan da Hiroşi Teşigara, Yasuzo Masumura, Şohei İmamura, Masahiro
Şinoda ve Nagisa Oşima'nın içinde yer aldığı üçüncü kuşak izledi. Ama 1980'lerde televizyonun
ve ABD yapımlannın rekabeti karşısında bir bunalım yaşayan Japon sinemasında şiddet
filmlerinin sayısı giderek artmaya başladı; yaratıcı yönetmenler ülkelerinde çalışma
olanağını bulamadılar.
Hindistan'da ise uluslararası bir dille ülkesine özgü temaları ve anlatım biçimlerini birleştiren Satyacit Ray yenilikçi çıkışın öncüsü ve simgesi oldu. Onu 1960'lann sonlarından itibaren Mrinal Sen ve Mani
Kaul gibi yönetmenler izledi.
1970'lerin başına değin sinema sanayisinden yoksun olan Avustralya'da 1975'te uygulanmaya başlayan
geliştirme programının ardından bir nitelikli film patlaması yaşandı. Uluslararası
düzeyde filmler çeken Peter Weir, Bruce Beresford, Fred Schepisi ve George Miller gibi yönetmenler 1980'lerde ABD'de çalışmaya başlayarak,
bu ülke sinemasına taze kan getirdiler.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra en büyük durgunluğu SSCB sineması yaşadı. Uygulanan katı sansür Stalin'in ölümünden sonra da etkisini sürdürdü. 1960'larda ise
Devlet Sinema Enstitüsü'nden, çoğu Rus olmayan birçok yetenekli sinemacı mezun oldu. Bunların en ilgi çekenleri
Ermeni asıllı Gürcü Sergey Paradjanov ile Rus Andrey Tarkovski'ydi. Ama onların da çalışmaları bürokrasinin baskısıyla karşılaştı. 1980'lerin
ortalarında ise giasnosfnın etkisiyle, yıllarca yasaklanmış filmler gösterime çıktı. Bu
umulmadık özgürleşmeyi Stalin dönemini eleştirel açıdan ele alan filmler, bunları da günümüz Sovyet toplumunun değer karmaşasını
ve kuşkularını yansıtan çağdaş yapımlar izledi.
Arnavutluk ve Doğu Almanya dışındaki Doğu Avrupa ülkelerinde, toplumsal muhalefetin ve liberalleşmenin
yükselişine bağlı olarak sinema alanında da yaratıcı çabalar görüldü. Bu ülkelerin başında
II. Dünya Savaşı'ndan sonra ülke içinde komünist yönetimden bağımsız konumunu korumaya çalışan
ve uluslararası sinemaya önemli katkılarda bulunan Polonya sineması geliyordu. Polonya okulu adı verilen
bu akımın üyeleri Jerzy Kawalerowicz, Andrzej Munk, Andrzej Wajda ile onları izleyen Roman Polanski, Jerzy Skolimowski, Krzysztof Zanussi ve daha yeni kuşaktan Krysztof Kieslowski, Agnieszka Holland ve Feh'ks Faik, toplumsal sorunları gelişkin bir anlatımla perdeye yansıtırken,
"toplumsal huzursuzluk" sinemasının da yaratıcısı oldular.
Resim:Krzysztof Kieslowski.jpg
Çekoslovakya'da, Polonya okulunun etkisiyle 1962-68 arasında Çek Yeni Dalgası adı verilen bir canlanma yaşandı.
Vera Chytilova, Jânos Kâdâr, Milos Forman, Jifi Menzel, Jan NSmec gibi genç sinemacıların başını çektiği bu hareket 1968 Sovyet işgaliyle
birlikte sona erdi.
Bağımsız çizgisini belli ölçülerde koruyabilen ve 1955'ten sonra uluslararası alanda geniş ilgi
gören filmler üreten bir sinema da Macar sinemasıydı. Zoltân Fâbri, Miklos Jancsö, Istvân Szâbo, Istvân Gaâl, Peter Bacsö, Pâl Gâbor ve Marta Meszâros gibi yönetmenler ülkenin geçmişini ve bugününü sorgulayan, görsel
bakımdan gelişkin filmler çektiler.
Yugoslavya'da Dusan Makavejev 1960'lann sonu ve 1970'lerin başlarında yaptığı filmlerinde döneme göre çok radikal bir tutum aldı.
1970'lerin ortalarından sonra ise, Prag'daki sinema okulundan mezun olan Emir Kusturica, Goran Markoviç ve Srdjan Karanoviç gibi genç sinemacılar Yugoslav sinemasında yeni bir canlanma yarattılar.
ADC'de 1960'lann ilk yarısında çekilmiş ve yasaklanmış olan bir dizi ilginç film ancak 1990'da izleyici
karşısına çıkabildi.
1960'ların en önemli gelişmesi, Üçüncü Dünya ülkeleri sinemalarının yükselişiydi. Özellikle Güney
Amerika ve Afrika ülkelerinde sinemacılar, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı radikal bir tutum geliştirdiler.
ABD sinemasının kalıplarına karşı çıkarken, alışılmış üretim sisteminden
ayrı, bağımsız olarak gerçekleştirdikleri filmlerinde ülkelerinin anlatı geleneğinden de
yararlanan, ulusal bilince seslenen, öfkeli ve şiirsel filmler çektiler. Üçüncü Dünya ülkelerindeki en güçlü akım
olan Güney Amerika'daki Yeni Sinema hareketi 1970'lerin sonlarına doğru askeri cuntaların baskısı
karşısında gücünü yitirdi. 1980'lerde ise eskinin radikal yönetmenleri muhalif konumlarını korumakla
birlikte, uluslararası anlatım biçimlerine daha yakın, olgun yapıtlar verdiler.
İspanyol Luis Bunuel ise 1950'lerde Meksika'da, 1960'ların ortasından sonra Fransa'da çektiği filmlerle burjuva Hıristiyan kültürüne ve Batı uygarlığına en iğneleyici eleştirileri yönelterek benzersiz çizgisini korudu.
Kendine özgü bir çizgi sürdüren bir başka yaratıcı yönetmen de, çağdaş insanın ruhunun derinliklerinde
dolaşan İsveçli Ingmar Bergman oldu.
ABD sinemasında yeni eğilimler.
1960'larda yaşanan toplumsal değişim ve çatışmalar ABD sinemasını da etkiledi. Arthur Penn, Stanley Kubrick, Sam Peckinpah, Robert Altman, Dennis Hopper gibi sinemacılar filmlerinde cinsellik, şiddet, militarizm ve Amerikahlık gibi kavranılan yerleşik
sınırların dışında ele aldılar. Öte yandan kalıplaşmış Hollywood anlatımının
dışında teknikler ve üsluplar kullandılar. 1960'ların karşıkültür hareketlerinin izlerini
taşıyan bu filmlerin yerini 1970'lerde, sinema okullarından mezun olmuş Francis Ford Coppola, Paul Schrader, Martin Scorsese, George Lucas ve Steven Spielberg'in gösterişli çalışmalan aldı. Bu filmlerin bir bölümü, toplumsal sorunlar karşısında
ailenin konumunu vurgular ve yeni bir ahlak anlayışı ararken, bir bölümü de klasik serüven, gerilim ve bilimkurgu
öykülerini son derece gelişmiş görsel efektlerle perdeye getirdi. Bu filmler (Star Wars, Indiana Jones, Jaws) izleyiciyi, özellikle de yaş ortalaması küçük bir kitleyi yeniden sinema salonlarına çekerek sinema tarihinin
en yüksek gişe gelirlerini sağladı.
1980'lerde videonun yaygınlaşmasıyla birlikte "elektronik sinema" önem kazandı. Video pazarının yarattığı talep nedeniyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler
de film yapma olanağı buldu. Bunun bir yan etkisi olarak bağımsız yenilikçi sinema canlandı
ve Joel ve Ethan Coen, Jim Jarmusch, David Lynch, Spike Lee gibi genç yönetmenler sıra dışı, yenilikçi tasarıları gerçekleştirme olanağını
buldular.